Eskiden fotoğrafçılık alanındaki gelişmeler büyük şirketler tarafından değil bireyler tarafından yapılıyordu. İnsanların çok akıllıca şeyler yaptıkları gibi hiç mantıklı olmayan şeyler de yaptıkları oluyordu tabii. Fotoğrafın mucitleri çoğunlukla birbirlerinden nefret ediyorlardı. Birbirleriyle savaşta olan ülkelerde yaşıyorlardı. Kamera forumlarında lens keskinliği üzerine kavga eden insanlar gibi kavga ediyorlardı.
Fransızlar fotoğrafı icat ettiklerini ileri sürüyor. Ama bu İngilizleri durdurmuyor ve onlar da baskılı olan gerçek fotoğrafı icat ettiklerini ileri sürüyor. İtalyanlar ise her şeyin kendi buldukları teknoloji ile geliştiğini söylüyor. İskoçlar fotoğraf sanatını geliştirdiklerini söylüyor ki haksız değiller. Ve tabii ki Almanlar teknik olarak fotoğrafı mükemmelleştirdiklerini söylüyor. Hatta Brezilyalılar “fotoğraf” terimini bulduklarını ileri sürüyor.
Peki işin aslı nedir? Tarih bize neler söylüyor?
Fotoğraftan Öncesi
Birçok kişi sonuca o kadar yaklaşmıştı ki kamera üretildiğinden çok daha önce bulunmalıydı diye düşünüyorum. Tüm parçalar ortadaydı ama kimse bunları birleştirmemişti.
Bugün bizler, 1800’lü yıllarda bir görüntü elde etmenin ne kadar büyük bir olay olduğunu tahmin bile edemeyiz. Portrenizi resmettirebilirdiniz ama bunun tamamlanması bir seneyi geçebilirdi. Muhtemelen çalışan bir insan için bunun maliyeti bir yıllık maaşı olurdu. Eskizler daha hızlı ve ucuzdu ya da basılı gravürler de alabilirdiniz ama bunlar yine de oldukça pahalıydı.
Birçok insan için, en zenginler için bile, bir görüntü elde etmek istiyorlarsa en azından temel artistik yetilere sahip olmak gibi bir zorunluluk vardı.
Ancak Her Zaman Karanlık Oda (Camera Obscura) Vardı
Karanlık oda, fotoğraf icat edilmeden yüzyıllar önce, görüntü elde etmek için kullanılan bir aletti. Kamera kelimesi de karanlık odanın İngilizcesi olan Camera Obscura’dan alınmıştır. İlk karanlık oda, ışık almayan bir odanın ya da kutunun duvarındaki bir iğne deliğinden oluşuyordu. Odanın ya da kutunun dışındaki görsel iğne deliğinden geçerek deliğin karşısındaki duvarda görülebiliyordu.
Karanlık odanın kullanımından ilk olarak İsa’dan önce 5. Yüzyılda Çin’de, Mo Ti tarafından bahsedilmiştir. Aristo, Öklid, Alhazen, Kepler, Galileo ve Da Vinci de karanlık oda hakkında yazmışlar ve karanlık odayı kullanmışlardır.
Rönesans döneminde karanlık oda, sanatçılar tarafından çizime yardımcı bir araç olarak kullanıldı.
1500’lerin ortalarında Giambattista della Porta “Magiae Naturalis” isimli kitabında, karanlık odayı dışbükey bir lensle birleştirerek portreleri veya manzaraları resmetmeden önce bunların eskizlerinin oluşturulabileceğini yazdı.
Serbest Düşünceler…
Giambattista karanlık odanın sonraki yüzyıllarda çok fazla konuşulmamasının sebeplerinden biri. Kendisini duymamış olabilirsiniz ama oldukça etkileyici biriydi. Orta çağda bilimsel yeraltı ekibinin bir parçasıydı, dinsel dogmaları reddediyordu ve 16. Yüzyılda bilimsel devrimi başlatmıştı. Kodlar, optikler, halüsinojenik ilaçlar, hafızayı güçlendirmek için yapılması gerekenler ve oyunlar dahil olmak üzere birçok konu hakkında kitaplar yazdı. Tüm bunlar Giambattista’yı yaşadığı yer Napoli’de oldukça popüler yaptı ama aynı zamanda Roma’daki Kardinal ve Papa tarafından daha az sevilmesine neden oldu.
Evinin duvarlarından birine bir delik açtı ve pencereleri karartarak büyük bir karanlık oda inşa etti. Sonra evine misafirlerini davet etti. Sokakta yürüyen insanların yansımalarını ters bir şekilde duvarda gördüklerinde eğleneceklerini ve etkileneceklerini düşünüyordu.
Ancak belli ki Giambattista 1570 yılında İtalya’da yaşadığını unutmuştu. Misafirleri görüntülerin ters dönmüş bir şekilde duvarda yürüyen insanlar olduğunu anladıklarında bunun Şeytan’ın işi olduğunu düşündüler ve bağırarak korku içinde kaçmaya başladılar. Giovanni ise sonraki bir yılı Engizisyon’un hakkında açtığı büyücülük davalarına karşı kendini savunarak geçirdi. Eninde sonunda affedilmişti ama oyunlar dışında kitap yazması birkaç yıl boyunca yasaklanmıştı. Yazdığı oyunlar, genellikle komediydiler, oldukça popülerdi ve söylenene göre Shakespeare’e ilham vermişlerdi.
Karanlık Odaya Dönüş
Zamanla karanlık oda, içinde bir lens ve aynanın bulunduğu taşınabilir ahşap bir kutuya dönüştü.
Karanlık oda sanatçılar tarafından sıkça kullanılıyor olsa da 1700’lere kadar hakkında pek bir şey yazılmadı. (Büyücülük suçlamalarından korktukları için mi yoksa sanatçılık sırlarını açıklamak istemedikleri için mi yazılmadı bilinmiyor. Büyük ihtimalle iki sebebin de payı vardı.)
Ancak 1700’lerin ortalarında karanlık oda ve aydınlatılmış oda (camera lucida) sanatçılar ve illüstratörler tarafından kullanılan standart aletler olarak tanınmıştı. Bu aletlerin daha iyi olanları netliği ayarlanabilen lenslere, görüntüyü çevirecek aynalara ve görüntünün izlenmesini sağlayacak cam ekranlara sahipti.
Sanatçılar görüntülerin izini çıkarıp sonra üzerine elle boyarlardı, ancak bu yeterli derecede artistik yetenek gerektiriyordu ve çok zaman alıyordu. Yüzyıllar süren düzenli gelişmeler sonucunda karanlık oda ilk fotoğraf kameralarına dönüşecekti. 1800’lerde ilk kameralar aslında cam taban yerine ışık hassasiyeti olan plakaları olan karanlık odalardı. Sadece görüntüyü yakalamaya yardımcı olacak kısım eksikti. Yani aslında değildi ama bunu henüz kimse farketmemişti.
Simyacılar ya da Tüm Kimyacılar
Karanlık odanın aksine, ışığa duyarlı plakaların ve kimyasalların geliştirilmesi istikrarlı bir ilerleme hikayesi değildir. Daha çok unutulan teknolojilerin, başlayıp yarım bırakmaların ve ortada olanı görememenin hikayesidir.
İnsanlar uzun zamandır bazı kimyasalların (mesela gümüş tuzunun) ışığa maruz kaldıklarında koyulaştıklarını biliyordu. İtalyan fizikçi ve kimyacı Angelo Sala 1614 yılında yayınladığı kitapçıkta gümüş tuzlarının güneşe maruz kaldıklarında mürekkep kadar siyah olduklarını yazdı. Ancak Robert Boyle buna sebep olan şeyin hava ya da sıcaklık olduğunu düşünüyordu, ışık değil. Böylece gümüş tuzu olayı sonraki 100 yıl boyunca bir daha anılmadı.
Tekrar gündeme gelmesi oldukça dolambaçlı bir yoldan oldu. 1674’te Christoph Balduin isimli simyacı diğer birçok simyacı gibi Aqua Regia ismindeki sıvı ile çalışıyordu. (Tam olarak çevirisi: Kraliyet Suyu (Royal Water)). Aqua Regia aslında tam olarak su değil, nitrik ve hidroklorik asitten oluşan bir solüsyon. İsminde Kraliyet olmasının sebebi de aslında çok açık: Bu solüsyon tüm Kraliyet metallerini (altın, gümüş, platin, vs.) eritebiliyor. Simyacılar Kraliyet Suyu’nun altını eritip yok ettiğini görünce, başka şeyleri de altına çevirebileceğini düşünüyordu.
Neyin altına dönüşeceği bilinmediğinden, Balduin bu suda biraz tebeşir (kalsiyum karbonat) çözdürmeye karar verdi. Altın elde edemedi ama güçlü güneş ışığına maruz kaldıktan sonra karanlıkta parlayan yeni bir madde (kalsiyum nitrat, ancak kendisi henüz bunu bilmiyordu) elde etti. 1674’te ışık elde etmenin iki yolu vardı: güneş ve ateş. Yani sıcaklık yaymadan ışık veren bir madde çok büyük bir olaydı. Bunu direk Kraliyet Topluluğu’na (Royal Society) sundu ve kendisi de topluluğa bu sayede üye oldu. Sonra konuyla ilgili bir makale yayınladı ve birçok kişi okudu.
Serbest Düşünceler…
1600’lerde ışıldayan şeylere karşı olan ilginin sebebi birçokları tarafından ışıldayan şeylerin “hayatın pırıltısı” olduğuna inanılmasıydı. Felsefe Taşı olabilirdi, ölümsüzlüğün ya da sonsuz sağlığın kaynağı olabilirdi. Sonra çoğu insan diğer “fosfor” kaynaklarını bulmaya çalıştı, ki aslında aradıkları yanmadan ışık saçan maddelerdi.
Alman kimyacı Henning Brand, ürinden fosfor elde etmeyi buldu. Kolay bir süreç değildi, 12 gram, karanlıkta mavi-yeşil tonlarda parlayan, neredeyse saf, beyaz fosfor elde etmek 2.150 litre ürin ve 9 adımlı bir işlem demekti. Sağduyu ile düşünüldüğünde bu tam olarak teknolojinin zaferiydi ama bir çokları için de kafa karıştırıcıydı.
Bu parlayan madde yaşayan canlılardan geldiği için ona ‘phosphorus mirabilis’ (ışığın mucizevi taşıyıcısı) ya da ‘hayatın fosforu’ diyenler vardı. Vücudu idrar ile terkeden bu parıltılı madde ile ilgili çokça spekülasyon vardı ve bunların büyük kısmı mistikti. Yani sağlık için kendi idrarını içen tuhaf tipleri duyarsanız bu davranışı başlatan sözdebilimi biliyorsunuz artık.
1717 yılında, Alman fizikçi Johann Schulze karanlıkta parlayan bir materyale sahip olmak istediğine karar verdi ve Balduin’in tarifini tekrarladı. Ancak Schulze’un Aqua Regia’sı gümüşü çözmek için kullanıldığından halihazırda gümüş tuzu barındırıyordu. Yani kendisi niyetlendiği kalsiyum nitrat yerine gümüş nitrat’ı bulmuş oldu. Karanlıkta parlamak yerine gümüş nitrat güneş ışığına maruz kaldığında siyaha dönüyordu. Hatırlarsınız, Angelo Sala’nın 100 yıl önce keşfettiği gibi yani.
Schulze Balduin’den daha iyi bir bilim insanıydı. Çünkü kendisi gümüş nitrat yaptığını anlayabilmişti ve onu koyulaştıran şeyin hava ya da sıcaklık değil ışık olduğunu biliyordu. Schulze, gümüş nitrat dolu bir şişenin üzerine kalıplar yerleştirip ışığa maruz bırakarak görüntüler de elde etti. Şişeyi sallayıp görüntüyü bozana kadar şekiller kalıyordu. Düşününce mıknatıslı çizim tahtalarının orjinali gibi.
1727’de yayınladığı makalesinde Schulze bu kimyasal değişimin karanlık odayla kombinlenerek görüntü elde edilebileceğini bile yazmıştı. Görüntüler geçiciydi çünkü onlara bakmak için ışığa tuttukça gümüş nitrat daha çok ışığa maruz kalıp tamamı kararmaya başlıyordu. Schulze’un çalışmaları tam olarak unutulmasa da çok fazla kullanılmadı. Bunun sebebi de görüntülerin kalıcı olmamasıydı.
İsveç/Alman kimyacı ve eczacı Carl Scheele 1777 civarlarında, gümüş klorürün aynı gümüş nitrat gibi ışığa maruz kaldığında siyaha döndüğünü keşfetti. Ayrıca ışığa maruz kalmayan siyah gümüş klorürü amonyağın temizlediğini keşfetmişti. Bu da gümüş klorür ile elde edilen görüntülerin ‘düzeltilebilmesi’ demekti. Scheele’nin buldukları çok fazla insan tarafından okunmadı ya da ilgilenilmedi. Çünkü kendisi, o zamanlar, akademik merkezlerden biri olmayan Stockholm’de yaşıyordu. Çok üzücü keza Scheele’nin makalelerini okumuş olsalardı düzinelerce insan önlerindeki 60 yıl boyunca görüntüleri düzeltmek için ne yapılacağını bulmaya çalışmazdı.
Scheele, Isaac Asimov’un deyimiyle “şanssız kimyacı”, oksijen, baryum, klorür, ürik asit, gliserol ve hidrojen siyanürü de bulan ilk kişiydi. Makaleleri ölümünden yıllar sonraya kadar çok fazla insana ulaşamadı ve o zamana kadar Sir Humphrey Davy tüm bu buluşların altına adını yazdırdı. Çok genç yaşta hayatını kaybetti ki bu kadar toksik kimyasalla çalışıp klorür gazının nasıl koktuğunu ya da hidrojen siyanürün tadının nasıl olduğunu yazdığı düşünülünce şaşırtıcı gelmiyor.
Sözün özü, 1770’lere kadar fotoğrafı yaratmak için gerekli olan tüm bileşenler ortadaydı.
Kaynaklar:
The Chemists, the Potter, and the Aristocrat: Imaging Before the Photograph
https://www.dpreview.com/opinion/5810960785/imaging-before-photography-a-history-lesson-part-1