Favori adaylardan biri olan Flee’yi Selin Yılmaz Shootbetter.net için inceledi.
İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji ardından İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde adli tıp okudu. 2018’den beri Psikesinema dergisinin yazı işleri müdürlüğü ve yayın koordinatörlüğünü yürüttü. 2013’ten beri eşzamanlı olarak Doruk Yayınları’na sinema kitapları çeviriyor, ayrıca editörlük yapıyor.
Flee (Kaçış, 2021), katmanlı bir film. Adı da kendisi de katmanlı okunabilir; hem sosyolojik hem psikolojik okumaya elverişli. Afgan bir ailenin Amerikan ve Sovyet müdahaleleri ardından iç savaş sebebiyle yasa dışı yollarla ülkesinden kaçışı ve en küçük oğlun, çocukluk dünyasında taşıyamadığı toplumsal ve bireysel travmaların yarattığı acı verici duygulardan hayatı boyunca kaçışı şeklinde.
Flee’nin Oscar Yarışı
Daha önce kısa filmler ve belgeseller çeken Danimarkalı Jonas Poher Rasmussen’in yönettiği, gerçek bir öyküye yer verilen bu animasyon belgeselde, yer yer 70’lerin sonları ve 80’lerden Kabil/Afganistan görüntüleri, ülkenin eski devlet başkanı Muhammed Necibullah’ın 1989’a ait bir konuşma kaydı, yabancı basının haber bültenleri, Moskova’da ilk McDonald’s açılışı gibi 8mm arşiv görüntüleri de kullanılıyor. Bu nedenledir ki film, bu yıl Oscar Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film, En İyi Belgesel ve En İyi Animasyon dallarının üçünde de aday olarak Oscar tarihinde bir ilki gerçekleştiriyor.
Teknik Tercihler
Esasen film, sinemanın ender başvurmadığı mülteci hikâyelerinden birini aktarıyor; fakat bu filmde, anlatıcının duygularına tüm elementlerden çok önem atfedilerek biçimsel tüm tercihler bu temel kararın üzerine bina ediliyor. Anlatıcının kimliği gizli tutulmak istendiğinde belgeselde kullanılan teknikler, seyircinin duygudaşlığına halel getirebilirken; burada aydınlatma ve kontrast üzerinde de önemle durulan yalın 2D animasyon stilleri, bu tehlikeyi bertaraf ediyor. Renk kullanımı anlatıcının duygu durumuna göre farklılaşıyor. Diğer yandan yönetmen, anlatıcının hatırlamaya çalışma anlarında kullanılan gri, eskizimsi animasyon stili ile kişisel algı ve bilinçdışı tercih etrafında bellek ve hakikat ilişkisi ile ilgili bulanıklığa da alan bırakarak tepeden olmayan yaklaşımını görsel olarak destekliyor. Arşiv görüntüleri, bir animasyon içinde gerçeklik duygusunu sürekli ayakta tutarken; animasyonun gerçekçiliği, seyirciye içinde bulunduğu durumlarda türlü acı verici duyguları anlatıcı ile beraber tekrar yaşama deneyimi sağlıyor. Bu duygusal deneyim sayesinde film, dünyanın her yerinde yerleşiklerin sığınmacılara olan yaklaşımlarını sorgulatma gücünü elde ediyor.
Flee Ne Anlatıyor
Filmde kendi gerçek hikâyesini, ailenin en küçük oğlu olan Amin’in ağzından dinliyoruz. Yol boyunca defterine artık unutmaya yüz tuttuğu anadilinde kaydettiği hikâyesini, eski lise arkadaşı olan yönetmene ve ömründe ilk defa aktarıyor. Hatırlayabildiği kadarıyla içsavaşın hemen öncesine denk düşen çocukluğunun 4-5 yaşlarından alıp sığınmacı olarak geldiği Danimarka’da tek başına bir kariyer inşa ettiği günümüze kadar anlatıyor.
Hayatı boyu peşini bırakmayan utanç, suçluluk, yalnızlık, güçsüzlük ve çaresizlik duyguları ilk olarak homoseksüel yönelimini fark etmesiyle başlıyor; çünkü ailesi açısından bu gerçeğin toplum içinde utanç kaynağı olacağını düşünüyor. Bu, görmediği, duymadığı, varlığından haberdar olmadığı bir varoluş olduğundan ve ifade de edemediğinden bu duyguları 5-6 yaşlarında kendi kendine nasıl anlamlandıracağını bilemiyor. Hatta Afgan Farsçasında “homoseksüel” kavramını karşılayan bir sözcük bile olmadığını öğreniyoruz. Ablasının saçları ve elbiselerine gıpta etmesi ile ağabeyi için kullandığı “ellerini kirleten cinsten gerçek bir çocuktu” ifadesi ile kendisini kabul konusunda sorunlarının baş gösterdiğini anlıyoruz.
Batılıların elçiliklerini kapattığı, Sovyetler’in ülkeyi boşalttığı evrede babasının bir sabah rejim askerlerince evden alınıp götürülmesi ile aile ve kısmi güven tablosu parçalanmaya başlıyor. Tutamadığı yas sonucu, kolunda babasının saati ile kaçtıkları 1991 Rusyasında (Afganlara o sıra turist vizesi veren tek ülke) güvensizlik, kabul edilmeme duygularını; korku, kaygı ve çaresizlik içinde bir kere daha deneyimliyor. Burada kaldığı süre boyunca dışarı seyrek çıktıkları evde -ki polis tacizi evdeyken bile güvensizik yaşatıyor- TV’deki Meksika dizileri de oradaki gündelik yaşamlarının karanlığından ve olumsuz duygulardan bir başka kaçışı oluşturuyor; oradaki güvensiz, kabulsüz yaşamlarının tam tersi sahneler izliyorlar ekranda.
Rusya üzerinden yasa dışı yoldan İsveç’e kaçış denemelerinin birinde, bir yolcu gemisinin beyaz ırktan yolcuları, onları mülteci teknesinde fotoğraflarken yine utanç ve çaresizlik duyguları yaşadığını hatırlıyor. Bu duygular, Rusya’ya geri gönderilmeden önce insanlık dışı koşullarda kilit altında tutuldukları terk edilmiş binada nasılsa hayatta kaldığı, belirsizlik içinde geçen 6 ay daha yaşanmaya devam ediyor.
Kaçmayı başardıktan sonra, sığınma talebinin kabul edildiği Danimarka’da da bu hakkın elinden alınmaması için ailesinin baba hariç hayatta olduğunu kimseye söyleyemiyor: kendi olarak geçmişiyle yine bir kabul edilmeme yaşantısı… Böylece kendisini Danimarka’daki yetişkin yaşamında da en “yakın” ilişkilerinde bile tam anlamıyla kendisi olmadığı, güven oluşturamadığı, donmuş bir duygu dünyasında on yıllarca yaşıyor; travma, etkisini artık tehlike olmasa bile sürdürüyor. Suçluluk duygusu ise aile fertlerinin onun daha iyi şartlarda yaşaması için yaptıkları fedakarlıklardan kaynaklanarak kariyer odaklı bir yaşam sürmesini getiriyor. Kariyer ve özel hayatta bir dengeyi gözetmek değil, kariyer veya eğitimi seçmek oluyor tutumu.
Hikayenin Psikolojik Katmanları
Film, başlangıçta doğduğu evin gözyaşları içinde terkinden sonra, nihayet benimsediği, güvenli yeni evin video ve animasyon görüntüleri ile kapanıyor. Ev imgesi ile güven eşleşmesi bir kez daha vurgulanıyor ve yönetmenin anlatıcıya en başta yönelttiği, filmin temeli olan “Ev senin için ne ifade ediyor?” sorusu, görsel karşılığını buluyor. Normal şartlarda bile sancılı geçecek, onun deneyiminde dehşet içinde geçen büyüme evreleri boyunca kendini saklama ve sürekli yer değiştirir vaziyette yaşamaktan yorulduğunu, post doktora çalışması için Amerika’ya gideceği günlerde fark ediyor. Tüm bu travmatik anılar geçmişinin tetiklenip kendini dışarı atacak mecra bulmasından sonra, gelecek için kararını verebiliyor. Partnerinin de onu olduğu gibi kabul ettiğini, çalışmalarını desteklediğini, onu tercih yapmaya zorlamadığını anlıyoruz. Gerçek bir geleceği oluyor; çünkü ev, ait hissedilebilen, tam kabul görülen yerdir.
Özet
Bizler çoğunlukla yuvanın önemini, oradan uzaklaşınca anlamaya meyilliyiz; benliğimizin önemini, kendimize en yabancılaştığımız noktada anlamaya başlamamız gibi. Bu nedenle, gerçek olmamanın yükünü artık kaldıramadığımız noktaya kadar taşıyıp o noktadan sonra aksi yönde harekete geçebilmeye başlıyoruz; kabul edilmeyeceğini düşündüğümüz yönlerimizi/yaşantılarımızı bilincimize çağırarak. Kendimizi kabul etmenin ve kaçtığımız duyguları hissedebilmenin; yani insan için doğal olana dönüşün başlangıcı da her zaman gerçeğimizi ifade edebilmekle oluyor.
Bakınız Shakespeare, Hamlet’te bunu nasıl ifade ediyor:
“Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.”