Zaman zaman temposu yavaş olan her film için kullanıldığı için sular bulansa da “Slow-Burn”, Drive My Car’dan bahsederken kullanımı yararlı olabilecek bir sıfat. NoFilmSchool’un sitesinde şöyle özetlenmiş:
“Karakterlerin, engellerin ve hikayenin diğer öğelerinin gelişmesi için izleyiciden zaman isteyen filmler.”
Premium Beat‘de yer alan tanımı ise “Slow-Burn”deki Burn‘ün altı biraz daha fazla çiziliyor:
“Hikaye, aksiyon ve sahnelerin metodolojik bir şekilde yavaşça bir patlama noktasına doğru ilerlemesi”.
Örnek vermek gerekirse The Revenant, Black Swan, İhtiyarlara Yer Yok ve Bir Zamanlar Anadolu’da, sık sık “Slow-Burn” filmler olarak anılan filmler. Hatta bu sene Oscar adaylıkları olan diğer filmler olan The Power of the Dog ve Belfast da bu şekilde adlandırılıyor.

Şimdi gelelim Drive My Car’a. Japon yönetmen Ryûsuke Hamaguchi, Asako I & II ve Wheel of Fortune and Fantasy filmleriyle uzundur art house izleyicilerinin festivallerde markajında olan bir isim. Drive My Car, geçtiğimiz yıllarda Oscar’a kadar yükselmiş olmasa da çok ilgi gören Lee Chang-dong’un Burning filmi gibi, Haruki Murakami’nin Kadınsız Erkekler hikaye derleme kitabında yer alan film ile aynı isimli öykü başta olmak üzere 3 öyküden esinlenilerek perdeye uyarlanmış.
Spoiler vermeden kısaca filmden bahsetmek gerekirse film, tiyatro yönetmeni ve oyuncu olan Yusuke Kafuku’nun Çehov’un Vanya Dayı oyunun sergilemek için gittiği şehirde şöforlüğünü yapmak üzerine görevlendirilen Misaki ile yol arkadaşlığı üzerinden ilerliyor. Aslında filmde iki ana karakter var demek yanlış olur. 2 saat 59 dakika içerisinde birden fazla insan öyküsü ile tanışarak aile, aşk, entelektüel zihin, yas ve kabullenme temaları etrafında dolaşıyoruz.

Peki Drive My Car neden ya da hangi açılardan bir “Slow-Burn” olabilir?
Aslında film -bazen bunu çok kör göze parmak yaptığı için eleştirmenlerin puan kırmasına sebebiyet veren bir şekilde- sürekli kendi kurmakta olduğu dilin içerisine bakan bir film. Başka bir mecra olan tiyatro ile göbekten bağı da bu içe bakışı oldukça destekliyor. İşte bu içe bakış anlarından birinde filmin kendi “Slow-Burn”lüğü hakkında da izleyiciye göz kırptığını düşünüyorum. Spoiler vermeden sahneyi özetleyeyim:

Yusuke Kafuku’nun yönettiği oyunların prova aşamalarının ilki tiyatro metninn defalarca okunmasıdır. Ara ara oyuncuların bu konuda hayıflandığına şahit oluruz: “Ne zaman hareket etmeye başlayacağız?” ya da -oyunların çok dilli yapısına gönderme yaparak- “Yabancı dilli kısımlarda inanılmaz uykum geliyor.”
Metin okumalarından birinde Kafuku, Takatsuki’ye “metne daha çok odaklanması gerektiğini” söylediğinde bir diğer oyuncu olan Janice sinirlerine hakim olamaz ve “ne istediği konusunda” onlara daha çok bilgi vermesi gerektiğini böylece daha iyi olabileceklerini belirtir. Kafuku cevap olarak “daha iyi olmaları gerekmediğini sadece metne odaklanmalarının yeteceğini” söyler.
Kafuku’nun filmin diğer sahnelerde de anlattıklarından metnin üzerinde bu kadar uzun süre durulmasının sebebinin oyuncuların metnin onlara ne söylediklerini duymak için gerekli olduğunu düşündüğünü anlarız. Kafuku, oyunculardan ne istediğini onlara söylemeyecek, onları yönlendirmeyecektir. Onları metin ile baş başa bırakarak, metinden onların ne anladıklarını keşfetmeleri (ve oynamaları) için onlara bir platform yaratmaktır amacı. Aslında “Slow-Burn”ün tanımı ile oldukça örtüşen bu gibi sahneler ile Hamaguchi seyirci ile konuşuyor gibi geliyor bana. Bu yavaşlık ve sinematografi anlamındaki minimalizm ile bizi filmin öğeleri ile baş başa bırakır; bizi onlarla zorla iletişime geçirmez, o iletişimin zaman içerisinde aramızda kendiliğinden oluşması için bir platform yaratır.

Kabul etmeliyim ki Drive My Car, anlatı sinemasının en yüksek teknolojiler ve imkanlar ile yükseldiği ve buna alıştırıldığımız günümüzde gerek süresi gerek görüntüden çok diyalog odaklı olması sebebiyle zor seyir şartlarına sahip, alışık olduğumuz biçimde akmıyor. Fakat yukarıdaki sahnede yönetmen tarafından tavsiye edildiği şekilde zevk almaya odaklı izleyici rolünü bir kenara bırakıp biz de ortaya bir çaba koyduğumuzda film esasında bir climax’e (ya da yanma mı demeli) doğru yürüdüğü için alışık olduğumuz sinematik hazzı yaşattığını da söyleyebilirim. Oscar adaylığı ile üzerine çekilen ilgi sebebiyle çok sayıda izleyen kişilerin tepkilerine bakılırsa filmin insanlar üzerindeki terapötik etkisi bunu doğrular nitelikte. Bakalım izleyicilerin sevgisi bu akşamki Oscar törenine nasıl taşınacak? İki sene sonra (Parazit’i hatırlayın) En İyi Film ödülü yine yabancı bir filme verilecek mi? Pek sanmıyorum. Fakat eli boş döneceğini de düşünmüyorum. En çok şansı (ve ödül hakkı) olduğu dalın ise Murakami’nin yazın dünyasını sinemayla sentezlerken yaptığı başarılı dokunuşlar sebebiyle “En İyi Uyarlama Senaryo” olduğunu düşünüyorum.