Wes Anderson günümüz popüler sinemasının en direkt yönetmenlerinden biri. Ancak filmleri aynı zamanda kendine has ve aşırı detaylı. Wes Anderson tarzı aslında Wes Anderson’ın kendisi: Hayal gücüne odaklanmış, düşünceli ve çalışkan bir insan. Görsel dünyası kendi psikolojik durumunun bir uzantısı gibi. Kendisini karakterlerinden biri aracılığıyla göstermektense daha sofistike bir yol seçerek, görselleriyle gösteriyor.
“11, 12 yaşlarında bir kitaba kendinizi öyle kaptırırsınız ki hayali olanın gerçek olduğuna inanmaya başlarsınız. Bence, ilkokuldayken aşık olduğunuz kişiye olan duygularınızın tüm dünyanız haline gelmesi de öyle. Su altında olmak gibi, her şey bambaşka.” — Wes Anderson
Wes Anderson karakterleri mutlakiyetçi bir dünya görüşüne sahipler. Bu yüzden duygusal açıdan fazla kırılganlar ve gerçek dünya düşündüklerinden farklı çıkınca hayal kırıklığına uğruyorlar. Wes Anderson’ın filmlerindeki bir diğer ortak özellik de “tezatlar”. Yetişkin gibi davranan çocuklar ya da çocuk gibi davranan yetişkinler. Ayrıca karakterleri birbirine karşı saygılı ve hatıralara değer veren kişiler oluyor.
İzleyenler birçok sebepten ötürü Wes Anderson filmlerini seviyor. Ama Anderson’ın filmlerini fazla “maskülen” bulanlar da var. Filmlerinin çoğunda hikayenin genç bir erkeğin perspektifinden anlatıldığını düşününce pek de yanlış sayılmazlar.
Her zaman tüm departmanların kendi sınırlarını zorladığı, üzerine düşünülmüş ve güçlü filmler yapıyor. Son filmleri için görsel açıdan muhteşem güç gösterileri demek yanlış olmayacaktır. Bunun sebebi de detaylara kararlı bir şekilde gösterdiği özen diyebiliriz. Kendisi, izleyicileri dikkat çekmek istediği şeye, dikkat çekmek istediği zaman yönlendiriyor ve sinemayı kullanarak her görselin, her sahnenin bir amaca hizmet etmesi konusunda ustalaşmış bir otör.
“Bir sahneyi nasıl çekeceğimi düşünürken Roman Polanski ve filmlerinden çok fazla etkilendiğimi düşünüyorum.” — Wes Anderson
The French Dispatch
Wes Anderson 2019’da verdiği bir röportajda The French Dispatch (Fransız Postası) için “açıklaması kolay değil” ifadesini kullanmış. Kendisi çok haklı, gerçekten kısaca açıklamak için fazla çetrefilli. Filmin görüntü yönetmeni Anderson’a Grand Budapest Hotel ve Moonrise Kingdom filmlerinde de eşlik eden Robert D. Yeoman. Filmin kurgucusu Isle of Dogs ve yine Moonrise Kingdom’da Anderson ile çalışmış Andrew Weisblum.
The French Dispatch, Blasé-sur-Ennui şehrinde kurulmuş entelektüel ve burnu havada bir derginin bitişini konu alıyor. Derginin kurucusu (Bill Murray) öldükten sonra, çok sevgili yaratısının operasyonlarını durdurmasını izliyoruz. Filmin en kısa hikayesi, Owen Wilson tarafından canlandırılan gezgin gazetecinin bisikletiyle şehri dolaşırken, orada yaşayan orta sınıfı, yankesicileri, mutsuzları, seks işçilerini portreleyerek şehrin ilginç ve cazibeli bir gezi günlüğünü oluşturması. İkinci hikayede sanat eleştirmeni (Tilda Swinton), hapse düşmüş bir ressamın (Benicio Del Toro), ilham perisi olan gardiyanına (Léa Seydoux) karşı takıntısını anlatıyor. Üçüncü hikayede Frances McDormand’ın canlandırdığı siyasi muhabirin bir öğrenci protestosu sırasında ilişki yaşadığı genç bir asi (Timothée Chalamet) ile olan “güncel ilişkisi” konu ediliyor. Son hikayede ise Jeffrey Wright’ın hayat verdiği seçkin bir yemek eleştirmeninin kendini bir insan kaçırma olayının ortasında nasıl bulduğunu anlattığı öyküsünü izliyoruz.
The French Dispatch Anderson’ın önceki filmlerinin bazı güzelliklerinden yoksun. The Royal Tenenbaums ve The Darjeeling Limited’taki gibi yakın aile dinamikleri görmüyoruz ya da Moonrise Kingdom’daki o çocuksu oyunbazlık da yok. The French Dispatch aksine, izleyicileri belli bir mesafede tutuyor. Ancak Wes Anderson bu filmde toplumsal gözlemlerinde ve pratik zekanın dekoratif kullanımda yeni bir boyuta ulaşmış desek yanılmış olmayız.
Film, baskın ve şatafatlı detaylar bolluğu gibi. Dekorlarından kostümlerine, anlatı teknik ve çeşitlerinden (canlı çekim, animasyon, yarım ekranlar, geriye dönüşler, ileriye atlamalar ve dahası), çekim tekniklerine ve sahne düzenlemesine, üstün ve vecizelerle dolu diyaloglarına kadar. Filmdeki durağan elementler bile çabuk kamera hareketleriyle bir anlamda karmakarışık ve firari gözükebiliyor. İzlediğimiz tüm hikayeler çok incelikle ve zekice sahneleştirilmiş.
Takıntı ve fetişizm arasında çok ince bir çizgi var ancak sanat söz konusu olduğunda bu ince çizgi pek de bir anlam ifade etmiyor. Anderson’ın ise filmlerinde takıntılı olduğu iki özellik var: Nesneler ve nostalji. Günlük objeler Anderson’ın minyatür diyoramalarında bambaşka bağlamlarda kullanılabiliyor ve izleyenleri farklı karakterlerin dünyalarına taşıyabiliyor.
Nostalji evrensel bir olgu ve aslında oldukça tehlikeli de. Bir kişinin özlemle andığı şey başka bir kişi için bir kabus olabilir. Ya da insanların geçmişteki iyi şeyleri hatırlayıp kötü şeyleri hatırlamamak istemesi sebebiyle de nostalji sığınılacak mutlu bir liman gibi gelebilir. Filmlerde genellikle nostalji altın rengi tonlarında, rüya gibi ışık düzenlemeleriyle klişe bir şekilde verilir. Ama Anderson’ın filmleri için bu durum geçerli değil. The French Dispatch‘de yazarların hikayelerini dinlerken yaşadıkları olayları da bir yandan izliyoruz. Ve geçmişe gittiğimizde siyah beyaza dönüyor renkler. Filmdeki güncel zamanda renkli işliyor. Ancak bununla da kalmıyor. Geçmişteki siyah beyaz sahnelerde bazı sahnelerin renkli olduğunu görüyoruz. Ressamın hikayesinde büyük eserleri gördüğümüz an, Zaferelli’nin hikayesinde kız arkadaşıyla öpüştüğü an, Roebuck’ın hikayesinde Nescaffier’in muhteşem lezzetli yemeklerinin tanıtıldığı anlar renkli veriliyor. Yani Anderson bize geçmişteki o karmaşanın ve muğlaklığın içinde hissetmemiz ve hatırlamamız gereken spesifik duyguları renkleri kullanarak aktarıyor.
Anderson ciddi meselelere onların yol açtıkları hakiki acıları göstermek yerine bu meselelerin sekerek başka konularına çarpmasına ve orada farklı duygularla ifade edilmesine izin veriyor. Bir duyguyu direkt göstermektense o duyguya özendiriyor, fikirleri duygularla bağdaştırıyor.
The French Dispatch Ekibinin Anlatımıyla O İnanılmaz Takip Sahnesi
“Eğer size ne yaptığımı anlatmasaydım, ne yaptığımı asla bilemezdiniz.“ Bu cümle Wes Anderson’la uzun yıllar çalışan ve The French Dispatch’in de set amiri olan Sanjay Sami’ye ait. Filmin son bölümündeki neredeyse çekilmesi imkansız olan 70 saniyelik takip sahnesi için Sami: “Hayatımda çalıştığım en karmaşık sahne.” demiş.
Atış poligonu ve spor salonu da dahil olmak üzere farklı odaları gösteren ve sonunda Roebuck’ın yanlış yere dönüşüyle bir mafya babasının tutulduğu hücreye girmesiyle sonuçlanan takip sahnesi bizi polis istasyonunda gezdirir ve tüm bu sırada Roebuck, Nescaffier isimli şefin yemekleriyle ilgili konuşuyordur.
Sami’ye göre bu sahneyi hakkıyla çekebilmek göründüğünden çok daha zormuş. Çünkü Anderson kamerayı dolly raylarına oturtmak ve dolly raylarındayken kameranın yapamayacağı hareketleri yaptırmak istiyormuş (yüksek hızda zikzaklar çizmek, sahnenin dört farklı yerinden tam 90 derecelik dik açılarda çekmek gibi).
“Yapmak istediğimiz şeyler için var olan ekipmanlar yeterli olmuyorsa, Sanjay gerekli ekipmanı tasarlıyor ve yapıyor.” – Wes Anderson.
Roebuck’ın sahnesinde Anderson, Sami’ye kameranın yan hareket etmesini, anlatıcıyı odadan odaya geçerken duvarların arasından geçerek takip etmesini daha sonra sağ açıya geçerek Roebuck’ın önüne geçmesini, bir süre sonra tekrar yan açıya ve en son tekrar sağa atlayarak ön açıya geçmesini istediğini söylemiş. Anderson Steadicam kullanmak yerine tüm sahneyi dolly ile çekmek istemiş. Sahnenin tek planda kendi devamlılığında akmasını istemiş. Sami’nin dediğine göre: “Wes’in dolly çekimlerinde çok belli bir kesinlik var ve bu kesinliği kamerayla elde çekerek ya da steadicam ile bile yakalayamazsınız.”
“Wes bu tarz sahnelerin takıntılı doğasının oldukça farkında. Bir gün bana ‘Sanjay, galiba durumum gittikçe kötüleşiyor.’ diyerek içini dökmüştü.” – Sami Sanjay.
Sami polis istasyonu sahnesinin herkesin sabrını sınayacağını biliyormuş: “Senaryoda o sahneyi okuduğumda belki de yanlış okuyorumdur diye düşünmüştüm. Çünkü bu kadar uzun ve geniş çaplı bir dolly çekimi tek plan çekmek imkansızdı. Wes’e mail attım ve ‘Tek plan gibi görünüyor bu sahne’ yazdım. O da cevap olarak ‘Evet, çünkü o sahne tek plan’ yazdı.”
“Nasıl yapıldığını anlatan diyagrama bakıp yine de nasıl yapıldığını anlamayabilirsiniz.” – ortak yapımcı Octavia Peissel.
Peissel ve yapımcı Jeremy Dawson’ın anlattıklarına göre, Roebuck’a hayat veren oyuncu Jeffrey Wright da aslında izlediğimiz gibi bu sahnedeki konuşmasını hep dördüncü duvarı yıkan, hareketli bir monolog olarak düşünmüş senaryoyu okuduğunda. Ancak sete gittiğinde buradaki konuşmasının daha sonra dış ses olarak ekleneceğini öğrenince kendi fikrini Wes Anderson’a anlatmış. Anderson da denemeyi kabul etmiş ve filmde kullanılan sahne bu olmuş.
“Boom operatörü Damien Luquet de çok etkileyiciydi. Kameranın görüş açısına girmeden Jeffrey’i takip etmeye çalışırken adeta dans ediyordu. Tabii o sırada diğer herkes de sahneyi kotarmak için ter döküyordu.” – Jeremy Dawson.
“Sadece Wes’in haklı olduğunu kabul etmeniz gerekiyor. Tamamen delirdiğinde bile haklı oluyor. Setteyken haklı olmadığını düşündüğünüz bir sahneyi film bittikten sonra oturup izlediğinizde Wes haklıymış diyorsunuz.” – Sami Sanjay.
Aslında bu sözlerden Wes Anderson’ın takıntılı doğasının filmlerinde nasıl kendini gösterdiğini ve hayal gücüne olan inancının nasıl arkasında durduğunu anlayabiliyoruz.
Kaynaklar:
https://glasgowfilm.org/shows/the-french-dispatch-short-15
https://www.studiobinder.com/blog/wes-anderson-style/#wes-anderson-style
https://www.vulture.com/2021/11/behind-the-scenes-of-the-french-dispatchs-long-shot.html
https://www.rogerebert.com/reviews/the-french-dispatch-movie-review-2021